İslamcı Politikanın Dönüşümü
Türkiye’deki İslamcı hareket son on yılda radikal bir dönüşüme uğramıştır. İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerini kazanarak ve siyasi aktör olarak siyaset sahnesinde yerini almıştır.
Toplum genelinde İslamcı politikanın otoriterlik eğilimine ciddi bir direnç olduğu fark edilmiş, demokratik siyasal düzenin parametreleri içinde daha ılımlı siyaset yapmaları gerektiğinin farkına varmışlardır. Çoğulcu siyasal düzene yönelmelerinde post modern 28 Şubat 1997 müdahalesiyle İslamcılar, öğrenme sürecini tamamlamış, ılımlı siyaset yaparak mevcut laik düzen içinde dini özgürlüklerin genişletilmesi ve yaşanmasının daha kolay olacağını fark etmişlerdir. Bu farkındalık aynı siyasi yelpazede olan gelenekçilerin içinden yenilikçi bir siyasal oluşumun doğmasına vesile olmuştur.
İslamcı entelektüellerin ve sivil toplum örgütlerinin yaklaşımındaki söylem değişikliği, iş adamlarını temsil eden büyük bir örgüt olan MÜSİAD gibi önemli bir sivil toplum kuruluşu son dönemdeki raporlarında, demokratikleşme, medeni haklar ve insan hakları alanlarının genişletilmesi;
Avrupa ile bütünleşme konularındaki eskisine nazaran daha güçlü ve istekli oldukları eğilimi, liberal demokrasinin değerlerini ve normlarını benimsediklerini ortaya çıkarmıştır. Doğal olarak AB Aralık 1999’daki kritik Helsinki kararı öncesinde koalisyon ortağı olan (refah-yol) ve 1995 yılında imzalanan gümrük birliği anlaşması İslamcı politikanın yönünü ve şeklini belirlemektedir. Türkiye, AB ilişkileri 1999 Helsinki zirvesinin ardından, öncesinden tamamen farklı bir seyir izlemiştir. Türkiye’ye resmen aday ülke statüsü verilmesi hem politikayı belirleyen elitlerin, hem de genel kamuoyunun gözünde AB’nin üyelik kriterlerinin inandırıcılığını artırma konusunda etkili olmuştur. Teşvik ve şartlardan oluşan bu karma politika, hem ekonomik hem de siyasal anlamda reform sürecini hızlandırmıştır. 2002-2004 döneminde daha önce ülkede hiç görülmemiş (Müslüman olmayan azınlıklar dâhil-Kürt açılımı) açılımlarla ilgili adımlar atılmıştır. 1990’larda Devletle iş dünyası elitlerinin arasını açan Avrupalılaşma,1999 sonrası AB yanlısı koalisyon lehine değişmiştir. Siyasal partilerden çok sivil toplum kuruluşları AB yanlısı koalisyonun öncüleri olarak faal bir rol oynamıştır. AB’yle ilgili reform gündemine dönemin(DSP-MHP-ANAP) koalisyon hükümeti karşı koyamamış, Türk tarihinin en kapsamlı reformlarının yapılmasının sorumluluğunu üstlenmiş, ancak meyvelerini toplayamadan 2002 genel seçimleriyle dönemin hâkim siyasal gücüne teslim etmişlerdir.
Helsinki kararının başlattığı dinamik süreç ayrıca Türk toplumunda AB’ye kuşkuyla bakan “Avrupa şüphecisi” unsurların, yani AB karşıtı koalisyonun gücünü ve direncini de azaltmıştır. AB üyeliği fikrine ilke olarak karşı olmamakla birlikte Kopenhag kıstaslarının bazı ana öğelerinin (eğitim ve Kürtçe yayın) Türk devletinin parçalanmasına yol açacağı gerekçesiyle karşı çıkıldığı anlaşılmaktadır.
Geriye dönülüp bakıldığında 1999 büyük depremi arkasından, Kasım 2000-Şubat 2001 ekonomik kriz toplumun bütün kesimlerini dev bir işsizlik ve iflasla karşı, karşıya bırakmış, AB’den sağlanabilecek maddi çıkarlar eskisinden daha çekici hale gelmiştir. Bu dinamik süreci Irak savaşı(TEZKERE) izlemiştir. Türkiye’nin savaş çabasının dışında kalma ve Amerikan askerlerinin de Türk sınırından ırak’a geçmesine izin vermeme kararı Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri, uzun bir geçmişe sahip stratejik ittifakı ciddi bir şekilde etkilemiş Türkiye’nin AB yönelmesini mecbur kılmıştır. Türkiye bu süreçte garip bir melez(Hibrid) siyasal oluşumla tanışmıştır.
Bu yazı 22.8.2010 tarihinde eklendi ve 1696 kez görüntülendi